25 Şubat 2012 Cumartesi

HUKUK ALGISI OLMAYAN BURJUVA SINIFI (perceive the law of the bourgeois class)

HUKUK ALGISI OLMAYAN BURJUVA SINIFI

Türkiyenin hukuk sorununun çözümü burjuvanın hukuk algısının gelişmesine bağlıdır. Çünkü burjuva tarafından algılanmayan hiçbir sorun çözülemez. Burjuvanın hukuku algılaması için iyi bir doktrin yüklemesi mevcut olmalıdır. Bu tabii ki saf bir yaklaşım olur. Gücü elinde bulunduran bir sınıfın adil olmasını beklemek herhalde beyhude ve sonuçsuz bir bekleyiş olur. Elinde güç bulunduran herkes adil davranmamak imkanı bulunduğu sürece adil davranmaz. Bu sebeple doktrin desteğinden fazla umutlu olmamak lazımdır. Fakat yardımcı unsur olarak kullanılabilir.

İkinci olarak burjuvanın hukuku algılaması zorla sağlanabilir. Bu zorun merkezi gücünü halk oluşturmaktadır. Fakat halkın böyle bir zorlamayı yapabilmesi için en azından burjuva kadar örgütlü olması lazımdır. Halbuki halkın gücü dağınık, eğitimsiz, niteliksiz bir güçtür. Tarihte halkın bu gücünü kullanarak hukuk bilmeyen burjuva sınıfını adil davranmaya zorlayan doktrinler çıkmıştır.

Üçüncü olarak burjuvanın hukuku fark etmesini sağlamak iyi bir anayasal düzen kurularak sağlanabilir. Bugün için Türkiye’de burjuva hukuka fazla ihtiyaç duymamaktadır. Çünkü burjuva hukuk dışı alanlarda yeterli işbirliğini ve yapılanmayı sağlamaktadır. Fakat kendi içindeki çatışmalarda hukuka ihtiyaç duymaktadır. Bunuda hukuk dışı yollarla çözmeyi çoğu kere başarmaktadır.

Türkiye burjuvası aslında halkın içinde ve onunla birlikte yaşamaktadır. Bu birliktelik yavaş yavaş sona ermektedir. Bu liberal demokratik ortam paralelinde geliştirilen liberal ekonomik düzen sayesinde olmuştur. Tabii ki bu düzenin liberal olduğu tartışılır. Buna devletçi liberal düzen demek lazımdır. Çünkü devlet hazinesinden beslenen bir liberal düzendir bu.

Burjuva sınıfı hukuk sorunlarını hukuk dışı alanlarda halledince hukuk düzeni ihtiyacı hissetmemekte ve genele tesir eden bir hukuk düzeni kurulamamaktadır. Burjuvanın mülkiyet gücünü elinde bulundurması sebebiyle elinde bulunmayan gücü yani yönetici elitin elindeki yönetme gücünü ele geçirmek zorundadır. Halkın seçkinleri ile yönetici sınıfın seçkinleri arasındaki ilişkilerinde hukuka uygun olması hukuk devletinin bir gereğidir. Bu hukuka uygunluğun sağlanması için hukuk düzeninin tüm sınıfları kapsayacak şekilde etkin olması gerekir. Bunun için yönetici elitin hukuk denetimi altında çalışması lazımdır. Halbuki yönetici elit burjuva sınıfı ile hukuk dışı alanlarda paslaşarak yaşamını sürdürmektedir. Mesela halktan birinin imar izni alamadığı alana burjuva sınıfından olan birisi rahatlıkla imar izni alabilmektedir. Böyle olunca imar izni alamayan halktan bir kimsenin elindeki taşınmazı ucuza kapatarak sınıfsal gücüne güç katmaktadır. Tabii ki bu suretle elde edilen rant yönetici elitle paylaşılmaktadır. Demek ki burjuva sınıfı işlerini böyle hukuka ihtiyaç duymadan yani hukuk dışı yollarla sınıfsal gücünü kullanarak çözdüğü sürece hukuk düzenini algılaması ve Türkiye’nin adalet devleti olması mümkün değildir. O halde burjuva sınıfını da tıpkı halk gibi hukuka uygun davranmaya zorlamak gerekmektedir. Bunu yapabilmek için öncelikle işbirliği yaptığı yönetici eliti hukuk denetimi altına almak gerekir. Bu kamu gücünün hukuk denetimi altına alınması demektir. Halbuki Türkiye’de kamu gücü izin ve icazet sistemleri ile korunmaktadır. İşte hukuk devleti kapısının kilidi bu noktada asılı durmaktadır. Bu kilit kırılmadan hukuk devleti kurulamaz.

Kamu gücü hukuk denetimi altına alınmadığı sürece, burjuva haksız teşvik, ihalelerde rant peşinde koşacaktır. Hukuk onun için ayakbağıdır. Bu işlerini yönetici elitle akşam yemeklerinde hallettiği sürece hukuku ayakbağı olarak görmeye devam edecektir. Kamu ihale kurumunda yapılan operasyonda üyelerden birinin hesabında 48 milyon lira bulundu. Yönetici elitin bu ilişkilerden elde ettiği rant oldukça büyük. Burjuva ise bu ranttan aslan payını alıyor.

Burjuvanın hukuk devletini algılaması gerekmektedir. Bunun için adli düzenin etkinleştirilmesi gerekir. Etkinleştirmenin en önemli adımlarından birisi kamu gücünün hukuk denetimi altına alınmasıdır. Böylece burjuva yönetici elitle işbirliği edemez ve adli ihtiyacı bu yolla gideremez. Sonuçta adliyenin kapısını çalmak zorunda kalacaktır. Bu kapıyı çaldığında işlemeyen bir düzeni fark edecektir. Bu kez sorunu çözmek için sınıfsal ve kültürel gücünü kullanacaktır. Etkinliğini kullanarak adalet düzeni önündeki engelleri kaldıracaktır. Dünyadaki bütün medeni düzenler burjuva sıınfı tarafından kurulmuştur.

26 Eylül 2010 Pazar

JÜRİTOKRASİ KORKUSU ÜZERİNE

Anayasaların temel sorunu iktidarın kimin elinde olacağı değil, nasıl sınırlandırılacağı olmalıdır. Gerek Avrupa gerekse Amerikan anayasalarında temel amaç bu olmuştur. Anayasa hukukunun ana sorunlarından birisi, devlet iktidarının kontrol edilmesidir. İktidar sadece sınırlandırılmış olmamalı, ayrıca hukuka bağlı olmalıdır ve iktidarı elinde bulunduranlar hukuku nazara almalı, keyfi davranmamalıdır. Bu nedenle devlet iktidarını kontrol etmek için negatif bir iktidar kurmak zorunludur. Bunun için kuvvetler ayrılığı ve veto sistemi gibi farklı anayasal kurumlar vardır. Fakat kontrolün nihai noktası ve kaynağı hakkında bir belirsizlik mevcuttur. Kontrol eden gücün tepe noktası ile kontrol edilen gücün tepe noktası arasındaki ilişkinin nasıl olacağı, belli değildir. İki ayrı iktidarın devlet idaresini kilitlemesi sorunu bir yana çatışma ihtimali bile vardır. Buna karşılık görünüşteki ayrı kuvvetlerin bir şekilde ittifak etmesi de söz konusudur. Böyle olunca pozitif ve negatif olarak iktidarı ikiye ayırmanın pratik bir sonucu olmayacaktır. Bu nedenle “devlet iktidarının nihai kontrolü halk tarafından yapılmalıdır. Bu teori Kant tarafından geliştirilmiştir. Bu toplum bağımsız mülkiyet sahipleri üzerine kurulmuş, demokratik kurumlara sahip, açık bir toplum olmalıdır. Count Herman Wedel Jarlsberg’e göre muhalefet o kadar önemlidir ki iktidarı kontrol etmek için onu olmasa bile icat etmek zorunludur….despotun iktidarı daha sonraki despotlar tarafından karşı çıkılabildiği için kendi kendini yıkıcıdır. Despotun iktidarına yine kendi iktidarı tarafından muhalefet edilir…bir kimse kurallara uymamak suretiyle kendi iktidarının altını oymaktadır. Negatif iktidar pozitif iktidarın bu hatasını önleyerek aynı zamanda onun korur ve devamlılığını sağlar.”[1] Nitekim Atatürk hükümetin yolsuzluk yaptığı ihbarı üzerine iktidarı kontrol etmek için bizzat muhalefet partisi olarak serbest fırkayı kurdurmuştur. Demek ki demokrasi devlet iktidarının kontrol edilmesi için geliştirilmiş bir yönetim tarzıdır. Bu kontrolde nihai gücü ve noktayı kamuoyu oluşturmaktadır. Bu nedenle Alman anayasa hukukunda anayasayı korumak görevi halka tevdi edilmiştir. Hukuk devletinde kurallar ve haklar lehine bir vazgeçme söz konusudur. Bu vazgeçme kendi gücünü kullanırken kurallara uymayı gerektirir. Böylece vazgeçen kimse gücünü kullanmaktan ve ihkak-ı hak etmekten vazgeçmekte ve kurallara uymayı taahhüt etmektedir. Vazgeçenlerin içinde kuralları yapanlar da vardır. Güçlüler kurallara uymanın kendi yararına olduğunu bilirler. Güçsüzler ise kuralların yaptırımlarından çekindikleri için uyarlar. Kuralların geçerli olduğu bir toplum statükoyu korumanın ve sürdürmenin temel şartıdır. Güçlüler bu statükolarını sürdürmek için kurallı toplumdan yana olmak zorundadırlar. Güce karşı koymak isteyen anarşistlerin kural tanımazlığı ve yıkıcılığı statükoyu değiştirmek isteklerinden kaynaklanmaktadır. Uzun vadede kurallara uymak toplumun her sınıfının çıkarına olacaktır. Çünkü kurallı bir toplum sürdürülebilir büyümeyi ve medeniyeti tesis etmeyi başaracaktır. Böyle bir toplumda kurallar eylemden önce gelecektir. Eğer eylem kuraldan önce gelirse, gücü elinde bulunduranlar kuralları kendi lehlerine değiştirme eğilimi içine gireceklerdir. Burada kurallı bir toplumun içine düştüğü bağnazlığa temas etmeden geçmek mümkün değildir. Kurallar aklın ve bilimin ışığında yapılan çalışmalar neticesinde ihdas edilir. Fakat her hadiseyi önceden derpiş etmek ve kuralları mükemmel bir şekilde vazetmek insanın kudreti dışındadır. Bu nedenle kuralların bir müddet sonra yetersiz kaldığı olaylar ortaya çıkabilir. Böyle durumlarda kuralları amacına, akla ve bilime, hak ve nasafete göre yorumlayabilmek gerekir. Böylece sistem insan aklından ve bilimden uzaklaşmamış olacaktır. Pozitif iktidarı elinde bulunduranlar kuralların bu yetersizliğini çıkarları için kullanmaktan çekinmezler. İşlerine gelince kuralları akla, bilime ve adalete göre yorumlarlar, işlerine gelmezse kuralın kutsallığından bahsederek kişiyi kuralın içine hapsederler. “Modern devlet topluma hizmet etmek için kuruldu. Fakat toplum için bir tehdit oldu. Demokrasi hukuk devletini destekleyen bir yönetim biçimi olarak takdim edildi. Fakat hukuk devletinin altını oydu. Hukuk devletinin kalıcı yasaları adalete hizmet etmek için oluşturuldu. Fakat aynı yasalar toplumu mahkum etmek için kullanıldı.”[2] Bunun için pozitif iktidarın adalet ideolojisine inanmış negatif iktidara sahip yargıçlar tarafından demokratik bir muhakeme sistemi içinde kontrol edilmesi zorunludur. Bu aşamada anayasa hukukçuları jüritokrasi oluşacağından endişe ederler. Fakat bu endişe yersizdir. Çünkü hukuksal denetimi yapmakla görevli yargıçların emir ve idare yetkisi yoktur. Bu yetki denetime tabi olan idareye aittir. Güç idarenin elindedir. Burada yargının yaptığı tek şey gücün yerinde kullanılıp kullanılmadığını denetlemektir. İki milyon memurun tamamı idarenin emrinde bulunmakta, beşyüz milyar dolarlık milli gelire idare hükmetmektedir. Durum bu kadar bariz iken jüristokrasi endişesi aslında idarenin hukuk denetimi dışında yaşamayı gelenekleştirme isteğinden başka bir şey değildir.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                               


[1] Demokrasi ve hukuk devleti Francıs Sejersted Çeviren M. Tevfik Gülsoy
[2] Demokrasi ve hukuk devleti Francıs Sejersted Çeviren M. Tevfik Gülsoy

Hukuksuzluk cinneti

Hukuksuzluk cinnettir, anlamsızlıktır. Hukuksuz toplumun tüm kurum ve kurullarının içi boştur, görüntüden ibarettir. Böyle bir toplumda kamu adına dile getirilen her şey, bir temenniden, bir dilekten ibarettir. Gerçekleşmesi imkansızdır. Böyle toplumlar kahramanlarını beklerler. Kahramanı hukuk ve adalet yerine ikame etmenin imkansızlığını kavrayamadan yaşamlarına devam ederler. Hukuksuz bir toplum gerçekten cinnet toplumudur. Doktorun vardır hastalığın bitmez, hakimin savcın vardır davan bitmez, öğretmenin vardır cehaletin bitmez, ekonomistin vardır borcun bitmez, mühendisin vardır arızan bitmez, müteşebbisin vardır ihracatın artmaz, bankacın vardır faizin düşmez, vs. İşte bu ters orantıların tamamının nedeni, hukuk düzeninin devlet hayatına egemen olmamasıdır. Adalet toplumda genel düzenleyici hormon vazifesini görür. Hukuksuzluğun neden olduğu eksiklikleri ortaya koyarak genel düzeni tanzim edici fonksiyonunu ispatlayabiliriz. Örneğin; Türkiye’de, zengin kesimin fakir kesime oranı, batı ölçüsünde eğitim alanların oranı, doğal kaynakların değerlendirilme oranı, otoyolların diğer karayollarına oranı, orman alanlarının oranı v.s % 5-10 dur. Hukuk devleti statüsü ihraz edildiğinde bu oranlar % 90 lara ulaşacaktır. Nitekim batı Avrupa ülkelerinde bu oran % 90 lara ulaşmış bulunmaktadır. Görüldüğü gibi hukuksuzluğun meydana getirdiği arıza oranları her sahada aynıdır. Yine hukukun rehabilitasyonu her alanda aynı oranda olmaktadır. Bütün bunlar bize hukukun genel düzenleyici bir fonksiyona sahip olduğunu göstermektedir. “Sosyalistler adaleti organize eden hukukun neden işgücü, eğitim ve dini de aynı şekilde organize edemeyeceğini sorarlar? Neden hukuk bu amaçlar için de kullanılmasın? Ancak, böyle bir soruyu sorarken çok önemli bir noktayı unuturlar. O da, hukukun bu faaliyetleri de düzenlemeye kalktı­ğında asıl amacı olan adaleti tahrip edeceği gerçeğidir. Tekrar hatırlatalım ki hukuk, kolektif bir dayatma gücü olup, bu gücün asli amacının dışında kullanılması onu tahrip eder.”[1] F. Bastiat hukukun kollektif bir dayatma gücü olduğunu ifade ederek, genel düzenleyici bir hormon vazifesi gördüğünü ifade etmektedir. Kollektif dayatma gücü olan hukuk, kendi alanını düzenlediğinde diğer tüm alanları da düzenlemiş olacaktır. Yargı düzeninin faaliyet alanları farklı olan kurumları doğrudan düzenlemesi söz konusu değildir. Zaten kuvvetler ayrılığı ilkesi buna manidir. Yargı kendi faaliyet alanını düzenlediğinde, diğer sektörel ve kurumsal alanlarda kendiliğinden düzenlenmiş olacaktır. Bu nedenle öncelikle adalet düzeninin ıslah edilmesi hukuksuz yönetimler ve Türkiye için hayati önem taşımaktadır.


[1] Bastiat, Frederic, The Law, I. Baskı Aralık 1997, Fransızca’dan İngilizce’ye çevi­ren Dean Russell, İngilizce’den çeviren Yıldıray Arsan, Liberal “Düşünce Toplu­luğu”, 1850, Yayınları: 13, s. 2. den alıntı Hukuk devleti Mehmet Kayhan tetkik hâkimi adalet dergisi

Balık baştan kokar

Batılılaşmak batıda olanı almak, taklit etmek değil, batı gibi devlet düzenine sahip olmaktır. Batının sosyal yaşamını benimseme batılılaşma olarak düşünülemez. Ancak batı tipi devlete sahip olduktan sonra, sosyal yapı ürettiği yaşam biçimi itibarıyla batıya benzeyebilir veya benzemeyebilir. Bu o kadar önemli değildir. Hukuka dayalı düzen altında üstün medeniyeti tesis eden ulusların diğer ulusları kendilerine benzetmeye çalışmaları ve geri kalan ulusların bunlara öykünmesi son derece olağandır. Devlet düzenini hukuka dayandırma keyfiyetini ihmal ederek batılılaşmak mümkün değildir. Osmanlı ve onun mirasçısı cumhuriyet bu gerçeği fark etmemiştir. Batının ordu düzenini, kıyafetlerini almakla batı karşısında vaziyet almanın mümkün olacağı düşünülmüştür. Halbuki ulus yaratılmadan medeniyet, adalet olmadan ulus olamazdı. Adalet ise ancak kamu gücünün hukuka uygun davranması ile mümkün olabilirdi. Kutadgu Bilikten bu yana Osmanlı, adalet dairesinin farkında idi.[1] Adalet dairesi olmadan ve işlemeden devletin olmayacağını biliyordu. Bu bilgi uygulamaya geçirilememiştir. Çünkü iktidar ve onun çevresine yerleşmiş ve adeta kuşatmış olan bürokrasi, hukuku, halkı denetlemek ve kendi hakimiyetini sürdürmek için araç olarak kullanmıştır. Kanunlar yönetenlere ve yönetilenlere eşit olarak uygulanamamıştır. Bunun manası kamu gücünü kullanan atanmış ve seçilmiş elitin hukuk denetimi altına alınamamasıdır. Bu gerçek bugün de ihmal edilmektedir. Osmanlıda toplum düzenindeki çözülmeye çare arayan düşünürler alemdeki kargaşanın sebeplerini açıklarken bu konuya temas edebilmişlerdi. “İhtilal (anarşi, kargaşa y.n.), "Balık baştan kokar" sözünün ima ettiği gibi, zirvede, yani idarenin başında başladı ve tedricen öteki tabakalara da sirayet ederek bütün toplu­mu kuşattı. Bazı risaleciler bu "baş"ın padişah olduğunu îma etmekte, diğerleriyse, her halde çekindikleri için olsa gerek, vezir-i azami sorumlu tutmaktaydılar. Bunun temel sebebi idarede gerekli dirayetin gösterilememesi ve kanun-ı kadim'den sapılarak ehliyetsiz kimsele­rin rüşvet karşılığında mansıplara getirilmesiydi. "Aleme bela nazil olan rüşvet" giderek devletin temelle­rini sarsan bir alışkanlık haline geldi. Mansıp sahiplerinin azil korkusuyla bulundukları görevlerde her türlü yol­suzluğa tevessül etmeleri de bunun bir sebebiydi. Mansıplara ehil kişilerin getirilmesi, düzeni sağlamakta adalet'le birlikte en önemli unsurlardan biriydi ki, mesela, Hasan Kafi'ye göre bozuklukların temelinde mansıpla­rın naehline verilmesi yatar. b) Mansıpların ehline tevdi edilmeyişi bir yandan "ida­rede yozlaşmaya yol açarken, diğer yandan da rüşvetçi­lerin, verdikleri parayı çıkartmak için, halka zulmetmelerine sebep oluyordu. Bu ise, mülk'ün temeli olan adalet'in ortadan kalkması demekti. Dolayısıyla re'aya köylerini terketmek zorunda kaldı ve neticede de üretim olmayınca hazine önemli çapta gelir kaybetti. Bu ise dev­letin nitelikli asker besleyememesi sonucunu doğurdu. c) Rüşvetin yaptığı tahribat devletin askerî kuvvetinin en mühim unsuru durumundaki timarlıların ihmaline ve timar düzeninin bozulmasına yol açtı. Bu konuda, sancakbeyleri ve beylerbeylerinin usulsüz davranışları ve ken­di adamlarına kanunsuz dirlik tevcih etmeleri sık sık zikredilir….Özetlersek, risaleciler, karşılaşılan vakı'anın temelinde rüşvetin ve adalette ihmalin yattığı hususlarında hem­fikirdirler. Müşaverede ihmal ve mansıpların ehline verilmeyişi de bunlarla ilgilidir. Kanun-ı kadim'ın ihmal edilip, her türlü mansıba rüşvet ve iltimas karşılığı hak et­meyenlerin getirilmesinin toplum niza­mını kargaşaya ittiği öne sürülmüştür.[2] Hükümdar aynası risalelerin yazarları, tespitleri doğru olarak ortaya koymakla birlikte hala kamu gücünün hukuk denetimi altına alınmasını örgütsel olarak sağlamak konusunda bir çözüm ortaya koyamıyorlardı. Çünkü içinde bulundukları yönetici elitin çıkarları aynı zamanda onlarında çıkarları idi. Kanunu kadimi bu nedenle savunuyorlardı ve halk üzerinde güç kullanılmasını tavsiye ediyorlardı. Onlara göre “Gerek kul taifesine (dev­şirmeler) gerekse tımarlılar arasına kanun-ı kadim'e ay­kırı bir şekilde hariçten ecnebi girmesine göz yumulmuştu. Aynı durum ulema için de geçerliydi. Netice, Osmanlı fonksiyonel toplum nizaminin (erkan-ı erbaa'nın) altüst olmasıydı. "Herkesin yerini bilmesi' ilkesinin ihmali alt tabakalar arasında tüketim ve gösteriş eğilimlerinin artmasına da sebebiyet vererek iktisadî yapıyı olumsuz et­kiledi. Eyalet ve sancaklara ha­ber gönderilerek tımar ve zeametlerin ekabir sepeti'nden çıkarıp erbab-ı istihkak'a, yani hak sahiplerine, dağıtılması sağlanmalıydı. Böylece tımar ordusu ihya edilecekti. Bir sınıftan diğerine geçişlere göz yumulmamalıydı. Bütün bu işler tavizsiz ve gerektiğinde zor kullanılarak yapılmaydı. Koçi Bey bunu, "Nasihat île kul zabtolunmaz ve iltifat ile ıslahı mümkün olmaz", "benî adem kahrile zabtolunur hilmile olmaz." sözleriyle ve­ciz bir şekilde ifade eder. özetle, teklif edilen ıslahatın amacı, Devlet'in eski ihtişamını (Altın Çağ'ını) ihya; ma­hiyeti, idarî ve metodu ise cebr'di.”[3] Bağımsız ve doğrudan padişaha bağlı olan bir yargı erkinin mevcudiyeti akla bile gelmiyordu. Yönetici elitin adalete uyması ahlaki bir sorun olarak mütalaa ediliyor ve eleştiri ile yetiniliyordu. Bu konuda iki güç kaynağı tekrar devreye sokulmalı idi. Bunlar din ve askerdi. Bu nedenle “Katip Çelebi her devletin belirli bir müddet sonunda çökmesinin mukadder olmadığını  bünyenin sağlamlığının bu süreyi uzatabileceğini, bunun için de öncelikle halkı boyun eğdirir bir sahibu’s-seyfe ihtiyaç duyulduğunu belirtir.”[4] Osmanlının adalet dairesini bilmesine rağmen bunu tatbikata geçirecek yargı erkini kuramaması dikkate şayan bir konudur. Bunun sebebi bellidir. Hiçbir güç kendi kendini sınırlayacak kurumları tesis edemez. Her güç kendi zıddını yaratır. Devlet gücünün zıttı halktır. Hukuk devleti bu iki zıttın çatışmasından ortaya çıkacaktır. Osmanlıda devletin karşısına hukuk devletini kuracak zıt güç olan halk çıkmamıştır. Avrupa halkları devlet karşısında hukuk iddia ederek hukuk devleti kurulmasını sağlamış iken Osmanlı halkları neden bunu gerçekleştirememiştir? Osmanlı halkları hukuk devletini kuramamıştır ve yönetici seçkinleri buna zorlayamamıştır. Çünkü Osmanlı halkları kuvvetli bir doktrinle besleniyor ve yönetime karşı etkisiz hale getiriliyordu. Öyle ki halk bu doktrini içtiğinde tüm seküler taleplerinden vazgeçiyor ve yönetici seçkinlerin elinde kurbanlık koyun haline geliyordu. Bu doktrin dindi. Öyle ki camilerde vaazları dinleyen halk derhal cepheye koşuyor ve sorgusuz sualsiz ölüme gidebiliyordu.[5] Halkın devlet karşısında hukuk talebinde bulunamamasının diğer bir nedeni, mülkiyet hakkına sahip olmaması idi. Bireyin hukuku olmayınca mülkiyet hakkı da olmuyordu. Bireyin mülkiyet talebi bir lokma bir hırka inancını topluma aşılayan din adamları tarafından gemleniyordu. Dolayısıyla Osmanlıda devlete karşı hak iddia eden bir halkın oluşması imkansızdı. Bu imkansızlıktan hukuk devletinin imkansızlığı doğuyordu. Bugün dahi bu yapı devam etmektedir. Öyle ki bir mala ödediği paranın yüzde 75 i vergi olan bir halk dünyanın başka bir yerinde yoktur.


[1]                      Osmanlı risale yazarları ada­let ve kanun-ı kadim kavramlarını toplum ve devlet dü­zeni anlayışlarının temel taşları yapmışlardır dersek ger­çeği ifade etmiş oluruz. Buna gö­re, "hükümdar askersiz kudret sahibi olamaz; mal ve para olmadan asker beslenemez; tebanın refahı olmadan pa­ra toplanamaz; ve adalet olmadan da teba müreffeh ola­maz." İşte, "Adalet mülkün temelidir" diye daha da vecizleştirilen bu anlayış, mülk yani hükümranlık ve devlet'in adalet olmadan ayakta duramayacağı ilkesine dayanır. (Gelenekçi ıslahat düşüncesine göre Osmanlı devlet ve toplum düzenindeki çözülmenin mahiyeti Dr. Mehmet öz )
[2]                      Gelenekçi ıslahat düşüncesine göre Osmanlı devlet ve toplum düzenindeki çözülmenin mahiyeti Dr. Mehmet öz
[3]                      Agm. Dr. Mehmet öz
[4]                      Agm. Dr. Mehmet öz
[5] Birinci dünya savaşında Sarıkamışta silah atmadan 90.000 kişinin donarak öldüğü tarihçiler tarafından ifade edilmektedir. Adaleti emreden bir din, her halde yönetici seçkinlerin çıkarlarını korumak için bu şekilde kullanılmamalıdır. Laiklik devrimi bu nedenle önemlidir. Fakat hukuksuzluk laiklik devriminin istenen neticeyi vermesini engellemiştir.     

Kısır medeniyet

Hukuksuz düzende sadece genetik olarak nesiller devam eder. Yoksa bilgiler ve birikimler nesilden nesile aktarılamaz. Çünkü meslekler genetik yolla değil, yetenek ve emek yoluyla intikal eder. Emek ve yetenek hukuksuz düzende korunamaz. Bu her meslekte böyledir. Mesela ikinci bir mimar Sinan yoktur. Çünkü sosyal ilişkiler hukuki esaslara tabi olmadığı için sürdürülemez. Yaşayanların sosyal ilişkileri bozuktur, ölenlerin kültür ve bilgi mirasları ise yeni nesillere intikal etmez. Bir yerde yaşanan yükselişler bir müddet sonra o yükselişi sağlayan kişinin ölümüyle derin bir inişe dönüşür. Atatürk’ün ölümünden sonra cumhuriyetin adeta bir istiklal mücadelesi vermemiş gibi çökmesi bundandır. Medeniyetin gelecek nesillere intikal edebilmesi için organik bir toplumun kurulması gerekir. Organik toplum hem genetik ve hemde iktisabi mirasın gelecek nesillere intikalini sağlayacaktır. Diğer taraftan liderler bazen ne kadar gayret sarf ederse etsin devlet işlerini düzene sokamazlar. Devleti yıkılmaktan kurtaramazlar. Mesela son Osmanlı padişahları ne kadar dirayetli olurlarsa olsunlar başaralı olamamışlardır. Keza son doğu roma imparatorları da aynı akıbete uğramışlardır. Çünkü devlet ve toplum ilişkilerini hukuk düzeni esaslarına göre düzenlemeyi başaramamışlardır. Bu gerçeği kısmen fark edenler de başarısız olmuşlardır. Mesela; 5.yy.da İustiniaus’un corpus iuris civilis’i, Osmanlının mecellesi devleti kurtarmaya yetmemiştir. Burada yapılan hata şudur. Liderler hukuk deyince mevzuatı düşünmektedirler. Halbuki mevzuat hiçbir zaman yeterli olamaz. Önemli olan uygulamanın başarılı olmasıdır. Ayrıca iyi bir hukuk düzeni kurmak toplumdaki tüm sınıfların bu düzene tabi olmalarını gerektirir. Alt sınıflardan bir kişinin suç işlemesi lokal bir etki yapar. Fakat üst sınıflardan birisinin suç işlemesi devleti çökertir. Mesela çiftçi mallarını koruma derneği bekçisi 100 lira rüşvet aldığı için ağır ceza mahkemeleri tarafından 5 yıl hapis cezasına çarptırılırken, devleti soyanlar ve milyarlarca dolar zarara uğratan ister yönetici isterse mülkiyet sahibi seçkin olsun muhakeme dahi edilmemektedir. Yargılananlar sembolik cezalara çarptırılmaktadır. Halbuki birinin toplumda meydana getirdiği yıkım lokal iken diğerinin yıkımı geneldir. Eğer üst sınıflar kendi aralarında çatışmaya girerlerse tasfiye etmek istedikleri seçkin üyelerini yargıya teslim ederek yargıyı araç olarak kullanmaktadırlar. Bunun manası şudur; yönetici bürokratik elitle mülkiyet sahibi elit hukuk dışı mecralarda buluşarak kendi mensuplarını yargılamakta ve tasfiye kararı çıkarsa yargıya teslim etmektedir. Mümtazer Türköne bunu şöyle ifade ediyor. “Bugüne kadar devlet kurumları içinde işlenen suçlara, oluşturulan suç örgütlerine dair bilgilere istisnasız olarak, ancak hizip çatışmaları sayesinde vâkıf olduk. Bir hizip diğerinin kuyruğuna bastığı, öbürü diğerine zarar vermeye kalktığı zaman bir savaş başlıyor. Savaşın cephaneliği olarak karşı tarafın kanunsuz işleri açığa çıkıyor.”[1] Yöneticilerin tüm gayretlerine rağmen devleti yıkılmaktan kurtaramamalarının nedeni, kanunların tüm toplum sınıfları hakkında eşit olarak uygulama imkanını oluşturmamalarıdır. Bu nedenle yargı teşkilatı, ünvanı ve makamı ne olursa olsun tüm ülke vatandaşlarını suç şüphesi varsa sorgulama ve yargılama imkanına sahip olmalıdır. Türkiye bunu yapacağı yerde kamu gücünü ve onunla işbirliği yapan üst sınıfları hukuk denetimi dışında tutmaya devam ediyor, etkin ve yeterli yargı teşkilatı oluşturmaktan kaçıyor.


[1]                      M. Türköne 28.11.2008 tarihli gazete

Erdemli toplum ve hukuk

Erdeme dayanan devlet, mutluluğa ulaşmayı ve toplum üyelerinin birbirlerine karşılıklı olarak yardım etmelerini amaç olarak benimser. Hukuk egemenliğinin tesis edilemediği toplumlarda, iyi ve erdemli insanların hakimiyeti sağlanamaz. Hukukun hakimiyeti, ahlakın, doğruluğun ve ehliyetin hakimiyetidir. Hukuksuz topluma, erdemsiz, kötü ve ehliyetsiz insanlar egemen olur. Bu yozlaşmaya rağmen, ahlak öğretilerine, kahramanlık destanlarına, milli değerlere istinat edilerek toplum yaşatılmaya çalışılır. Ancak bu değerler objektif olmadığı gibi bu değerlere aykırı davranmanın hukuki bir sonucu bulunmamaktadır. Devletler herhangi bir sınıfın veya sınıfların hakimiyetine girdiklerinde hukuku ya bir araç olarak kullanmak ya da hukuku tamamen dışlayarak doktrin devleti olmak zorundadırlar. Toplumun tüm sınıflarını işbirliği ve uyum içinde bir arada tutmak için adalet hakimiyetinden başka bir yol ve yöntem mevcut değildir. Toplumdaki sınıflaşma çıkara göre değil, başarıya ve ehliyete göre olmalıdır. Böylece teşekkül edecek olan üst sınıflar taşıyıcı rolünü oynayabilecektir. Aksi halde oluşacak üst sınıflar bu rolü üstlenemedikleri için adalet yerine başka doktrinlerin emrinde toplumu ayakta tutmaya çalışacaklardır. Doktrin fiziki gücün doğrudan kullanılmasını sağlayan bir araçtır böyle toplumlarda. İktidarı elinde bulunduran sınıflar fiziki olarak toplumu kontrol edebildikleri sürece bu yöntemi kullanmaktan çekinmezler. Bir çok kanlı diktatörlük böyle kurulmuştur. Demokrasi çağında böyle bir diktatörlük kurmak mümkün olmadığından, doktrin ile demokrasiyi uzlaştırmak yöntemi tercih edilmekte ve hukuk kurumları pasifize edilmektedir. İşte hukuk kurumlarının sindirildiği bu demokratik yada yarı demokratik düzenlerde hukuk ya tamamen dışlanmakta ya da araç olarak kullanılmaktadır. Rusya, Hindistan ve Çin’de hukuk araç olarak kullanılmakta, Türkiye’de ise hukuk tamamen dışlanmış bulunmaktadır. Bu nedenle anılan ülkelerde düzenin haksızlıkları barındırarak kendini sürdürme ve dönüşme imkanı varken, Türkiye’de bu imkan mevcut olmadığı gibi devlet düzeninin ciddi bir tehlike içinde olduğunu ifade etmek gerekir. Az gelişmiş ülkelerin en büyük yanılgısı hukuksuz demokrasi olacağını zannetmeleridir. Anti demokratik bir düzen hukuksuz sürdürülebilir fakat demokratik bir düzen asla hukuksuz sürdürülemez. Demokrasinin keyfi yönetimleri hukuksuz düzenin rantını kaybetmemek için hukuk açığını muhtelif doktrinlerle kapatmaya çalışırlar. İşte çağımızın başarısız demokrasileri bu zihniyetin eseridir. Demokrasinin hayata geçirilebilmesi için öncelikle hukukun fark edilmiş olması gerekir. Hukuku idrak etmemiş bir toplumun demokrasiyi idrak etmesi ve hayata geçirmesi mümkün olamaz. Türkiye keyfi demokrasinin en güzel örneklerinden birisi olarak, 21. yüzyıla girerken hukuksal paradigmasını kaybetmek üzeredir. Artık kurum ve kuralların algılanması zorlaşmış ve bunların ihdasında hukukun temel ilkelerine ve mantık kurallarına aykırılıklar sıkça görülür olmuştur. Fakülte çökünce, dil harap olunca artık hukuk üretimi yapılamaz hale gelmiştir. Herhangi bir fabrika kısa bir zamanda kurularak ihtiyaç karşılanabilir ancak hukuk düzenini tesis edecek insan unsurunu ve hukuk bilgisini oluşturmak yüzyılı alır. Türkiye son yüzyılda bunu oluşturacak yerde var olan mirası yemiş bitirmiştir.

Medeniyetin yolları

Tunuslu Hayrettin’e[1] göre insanoğlunun medenileşmesini sağlayan iki kaynak vardır. Birincisi vahiydir. İkincisi akıldır. Aklın ise iki kaynağı vardır. Bunlar adalet ve özgürlüktür. İslam ülkeleri vahiy kaynağına itibar etmişler ve yönetici elit sınıfın hakimiyetinde bir medeniyet oluşturmaya çalışmışlardır. Bu öteki dünya korkusunu dayatan, din adamı otoritesine dayalı siyasal bir yapının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dini öğretilerle halkın hukuksal istekleri ve seküler talepleri ertelenebilmiş, böylece keyfi idarelerin istedikleri gibi ülkeleri idare etmelerine olanak sağlanmıştır. Lafın kısası halk kesimlerine öteki dünya korkusu, cennet beklentisi aşılanırken, hakim sınıflar bu dünyalarını bostan ve gülistan etmeye devam etmişlerdir. Buna karşılık otoriteyi karşısına alan ve toprak dünyasının düzenini hukuksal kurumları keşfederek kurmaya çalışan batı, modernleşme hamlesini başlatarak doğu karşısında üstünlüğünü ele geçirmiştir. Bu nedenle doktrin tüccarı yönetici elit hakimiyetindeki doğunun çöküşü başlamıştır. Doktrin adamları sınıfı, hukuk hakimiyetinin oluşmasını engelledikleri için doğu toplumları geri kalmıştır. Doktrin adamları hukuk düzenini savunmak yerine, siyasi sınıfa yanaşarak, toplumsal üretimden fazla pay almanın yollarını aramışlardır. Böylece mülki ve siyasi gücün hizmetçiliğini yapmışlardır. Ancak medeniyet yolunda dini yada gayrıdini doktrinler yeterli olmamıştır. Toprak dünyasının düzeni bir türlü kurulamamıştır. İkinci yol ise akıldır. Aklın medenileşmeyi ve modernleşmeyi sağlaması için iki ayak üstüne oturması gerekmektedir. Bunlardan birisi adalet, diğeri hürriyettir. Batının ve bilhassa Amerikanın yükselişi, bu teze dayanmaktadır. Özgürlük ve adalet, amerikan toplumunun ve devletinin temel iki ilkesidir. Tunuslu Hayrettin’e göre Avrupa’nın ilerlemesi toprağı, iklimi vb edenlerle izah edilemezdi. Hürriyet ve adalet esasına göre siyasi kurumlar ve bunun sonucu oluşan ortam, Avrupa’nın refahını doğurmuştu. Avrupa’nın uygarlığı siyasi, kültürel ve eğitim kurumlarına bağlı olarak yükselmişti. Biz adalet ilkesinin özgürlüğü kapsadığını ayrıca özgürlük kavramına yer verilmesinin fikri kuvvetlendirme amacını taşıdığını düşünüyoruz. Çünkü adalet olan yerde özgürlük kavramının içeriği kendiliğinden dolmaktadır. Adalet olan yerde özgürlük kendiliğinden ortaya çıkar ve sınırları çizilir. Bu nedenle adalet idesini istihdaf etmek yeterlidir. Amerikanın benimsediği özgürlük kavramı, birey haklarının hiçbir doktrine tabi olmadan hukuki korumaya mazhar olmasıdır. Osmanlının benimsediği özgürlük kavramı ise din doktrini içinde anlam kazanan bir özgürlüktür ve mistik bir içerik taşımaktadır. Buna göre kişinin kendini keşfetmesi gerçek bir özgürlüğün kapısını açar. (İçe doğru derinleş ve özgürleş, böylece ulusal ranttan uzaklaş, senin yerine din adamları, siyasi iktidar ve yandaşları senin payını alırlar. Sende öteki dünyada alırsın.) Amerikan tipi özgürlük anlayışında ise böyle bir sınırlama yoktur. Kişi gerek dışa açılarak, gerekse içe dönerek kendini geliştirebilir. Çünkü amerikan devleti kişilerin öteki dünyaları ile ilgilenmeyi görev edinmemiştir. Osmanlıda bireylerin öteki dünyalarını korumak devletin bir göreviydi. Şimdi ise vahiy yolu tamamen kapanmış ve kaynak olmaktan çıkmıştır. İkinci yol olan akıl yolu ise özgürlük ve adalet olmaması nedeniyle kapalıdır.  Dolayısıyla Türk toplumunun ve devletinin modernleşmesi imkânsızdır. Çünkü seküler seçenek mevcut değildir. Doktrin merkezli çözüm zaten tek başına hiçbir zaman yeterli olmamıştır. Bu nedenle hukuksal seçeneğin işaretlenmesi zorunludur. Hukuk koruması altında bireyler özgürlüklerini yaşayabilmelidirler. Bu ise ancak adalet değerine itibar etmekle mümkün olabilir. Modernleşmek isteyen Türkiye, adalet tercihini yapmak zorundadır.


[1] Osmanlı devlet adamı 1821-1890